18 Mayıs 2016 Çarşamba

Giriş

Giriş

Tarih boyunca insanlar yaşadıkları evreni gözlemleyerek, onun sırlarını çözmeye çalıştılar. Birçok bilim adamı insanların zihinlerini meşgul eden sorulara yanıtlar bulmak için yıllarca çalıştı. Kimisi yaşadıkları dönemin şartlarına bağlı olarak çok büyük buluşlara imza atarken, kimisi de kendi dönemlerinde büyük ilgi çeken; fakat daha sonraları ise büyük bilimsel yanılgılar olarak kabul edilen iddialarda bulundu.
Batlamyus MS. 2. yy'da, o dönemin bilim merkezi olan İskenderiye'de yaşamış bir bilim adamı ve düşünürdü. İçinde bulunduğu evreni tanımak ve Dünya'nın evrendeki konumunu keşfetmek isteyen Batlamyus uzun süre gökyüzünü gözlemledi. Güneş'in, Ay'ın ve yıldızların hareketleri üzerinde düşündü. Sonunda ise bir karara vardı: Evrenin merkezinde Dünya vardı. Onun düşüncelerine göre, Dünya hareketsiz olarak duruyor; Güneş, Ay, gezegenler ve tüm yıldızlar ise onun çevresinde dönüyorlardı. Batlamyus'un büyük ilgi gören bu çalışmaları çeşitli dillere çevrildi ve özellikle Avrupa kültürü üzerinde büyük etki meydana getirdi. Katolik Kilisesi, Batlamyus'un Dünya merkezli evren modeli ile Hıristiyan ilahiyatını birleştirdi. Bazıları Batlamyus'un modelindeki çelişkilerin varlığını fark etmelerine rağmen, Batlamyus'a verilen büyük destek dolayısıyla susmak zorunda kaldı. Çelişkileri kısa zamanda ortaya çıkan bu fikrin terk edilmesi kolay olmadı. 15. yy'a gelindiğinde ise, bazı gelişmeler yaşanmaya başlandı. İlk olarak, Kopernik, Batlamyus'un fikirlerinde büyük yanlışlıklar olduğunu ortaya koydu. Kopernik Dünya merkezli evren inancına kesin olarak karşı çıktı ve şu gerçeği ortaya koydu: Dünya evrenin merkezinde değildi. İlerleyen yüzyıllarda ise, Dünya'nın Güneş çevresinde dönen bir gezegen; Güneş'in Samanyolu Galaksisinin içindeki milyarlarca yıldızdan biri ve de Samanyolu'nun ise sayısı bile tespit edilemeyen yıldız kümelerine sadece bir örnek olduğu ortaya çıktı.
Batlamyus
 
1600'lü yılların sonuna doğru ise, bilim tarihi bir başka yanılgıya sahne oldu. Ateş ve saçtığı alevler her devirde insanların ilgisini çekmişti. O döneme kadar henüz sırrı keşfedilememiş ateşin kaynağı üzerinde düşünen insanlardan biri de Alman bilim adamı G. E. Stahl'dı. Stahl araştırmaları sonucunda, ateşe "flojiston" adı verilen gözle görülemeyen bir maddenin yol açtığını ileri sürdü. Stahl'a göre flojiston nesnelere girip çıkabilen bir maddeydi. Flojistona sahip bir nesne hızla yanarken, flojistonun olmadığı nesneler ise yanmıyordu. Yanan maddelerden duman çıkması, bu maddelerin yanarken küçülmeleri ve hafiflemeleri, flojistonun bu maddeleri terk etmesi olarak yorumlandı. Araştırmalarda, yanan maddelerin üzerlerinin kapatılmasıyla veya toz ve toprak atılıp söndürülmeleriyle flojistonun çıkışının engellendiği ve böylece ateşin söndüğü düşünülüyordu. Ancak zamanla, metallerin yanarken küçülmemeleri veya hafiflememeleri flojistonun gerçekliği hakkında bazı kuşkuların doğmasına neden oldu. 1700'lü yılların sonunda ise havanın farklı birkaç gazın karışımı olduğu keşfedildi. Bu farklı gazların farklı biçimlerde yanmaları da flojiston kuramıyla açıklanmaya çalışılırken, oksijen gazıyla ilgili yapılan araştırmaların biri kuramın sonunu getirdi. Antoine Lavoisier adlı bilim adamı oksijen gazı içinde yaktığı bir metali gözlemledi. Bu gözlemi sonucunda yanan metalin ağırlığının arttığını, oksijen miktarının da azaldığını fark etti. İşte bu deney insanlara ateşin kaynağını da gösterdi. Nesneler oksijen aldıkları için yanıyorlardı. Flojiston isimli teorik madde ise asla var olmamıştı.
1600'lü yılların sonuna doğru ise, bilim tarihi bir başka yanılgıya sahne oldu. Ateş ve saçtığı alevler her devirde insanların ilgisini çekmişti. O döneme kadar henüz sırrı keşfedilememiş ateşin kaynağı üzerinde düşünen insanlardan biri de Alman bilim adamı G. E. Stahl'dı. Stahl araştırmaları sonucunda, ateşe "flojiston" adı verilen gözle görülemeyen bir maddenin yol açtığını ileri sürdü. Stahl'a göre flojiston nesnelere girip çıkabilen bir maddeydi. Flojistona sahip bir nesne hızla yanarken, flojistonun olmadığı nesneler ise yanmıyordu. Yanan maddelerden duman çıkması, bu maddelerin yanarken küçülmeleri ve hafiflemeleri, flojistonun bu maddeleri terk etmesi olarak yorumlandı.
dsda
Kopernik, Batlamyus'un ortaya attığı ve Katolik Kilisesi tarafından benimsenen Dünya merkezli evren modelini yıktı. Onun tanımladığı yeni model, Dünya'nın Güneş Sistemi'nin bir parçası olduğunu gösteriyordu.
Araştırmalarda, yanan maddelerin üzerlerinin kapatılmasıyla veya toz ve toprak atılıp söndürülmeleriyle flojistonun çıkışının engellendiği ve böylece ateşin söndüğü düşünülüyordu. Ancak zamanla, metallerin yanarken küçülmemeleri veya hafiflememeleri flojistonun gerçekliği hakkında bazı kuşkuların doğmasına neden oldu. 1700'lü yılların sonunda ise havanın farklı birkaç gazın karışımı olduğu keşfedildi. Bu farklı gazların farklı biçimlerde yanmaları da flojiston kuramıyla açıklanmaya çalışılırken, oksijen gazıyla ilgili yapılan araştırmaların biri kuramın sonunu getirdi. Antoine Lavoisier adlı bilim adamı oksijen gazı içinde yaktığı bir metali gözlemledi. Bu gözlemi sonucunda yanan metalin ağırlığının arttığını, oksijen miktarının da azaldığını fark etti. İşte bu deney insanlara ateşin kaynağını da gösterdi. Nesneler oksijen aldıkları için yanıyorlardı. Flojiston isimli teorik madde ise asla var olmamıştı.
Bu örneklerde de açıkça görüldüğü gibi, günümüzde çok iyi bilinen gerçekler hakkında geçmişte çok yanlış bazı iddialarda bulunuldu. Birçok bilim adamı gerek dönemlerinin geri kalmış bilimsel düzeyleri, gerekse sahip oldukları bazı önyargıları dolayısıyla birçok bilimsel yanılgıya kapıldı. Tarihte gerçekleşmiş bu gibi bilimsel yanılgılara verilecek en büyük örnek, yaşamın kökeni üzerine ortaya atılmış iddialardan biriydi. Çünkü bu iddianın etkileri ve mantıksızlığı yukarıda örneğini verdiğimiz yanılgılardan çok daha büyük oldu. Bu yanılgı, evrim inancıyla materyalist dünya görüşünün birleştiği 'Darwinizm'di.
Bir zamanlar Darwinizm, elde yeterince bilimsel kanıt olmadığı için bazılarınca bilimsel bir teori gibi kabul ediliyordu. Charles Darwin'in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabı o dönemde bile anlaşılan tutarsızlıklarına rağmen, bazı çevrelerde yankı uyandırdı. Darwin'in genetik veya biyokimya biliminden habersiz olarak yaptığı varsayımlar, fosil kayıtlarının yetersizliğinden yararlanarak ileri sürdüğü hatalı iddialar, bu teoriyi kabul etmeye felsefi nedenlerle çok yatkın olan kişiler tarafından hararetle kabul gördü. Bu felsefi neden, Darwin'in teorisi ile materyalist felsefe arasındaki ilişkiydi. Darwin, tüm canlıların kökenini maddesel faktörlerle ve rastlantılarla açıklamaya çalışan, dolayısıyla bir Yaratıcı'nın varlığını reddeden bir teori öne sürmüştü. Akla ve mantığa tamamen aykırı olan bu teorinin yanlışlığının bilimsel olarak ortaya çıkması içinse, 20. yüzyıldaki bir dizi bulgu gerekecekti.
dsda
Ateşin kaynağının "flojiston" olmadığı, uzun bir zaman sonra anlaşıldı.
Bugün Darwinizm hala bazı saplantılı bilim çevrelerinde yaygın bir kabul görmektedir; ama bu, Darwinizm devrinin sona erdiğini kabul etmemize engel değildir. Çünkü teoriyi ayakta tutan sözde bilimsel varsayımlar birer birer çökmüştür. Teoriyi hala ayakta tutan tek neden, onun temeli olan materyalist felsefenin hala bir kısım bilim çevrelerinde fanatik bir tutkuyla savunulmasıdır. Darwinizm dünyası, 1980'li yılların ikinci yarısındaki Sovyetler Birliği'ne benzemektedir. O dönemlerde komünizmin bir ideoloji olarak iflas ettiği, varsayımlarının geçersiz olduğu ortaya çıkmıştı. Ancak komünist sistemin kurumları hala varlığını koruyordu. Komünist ideolojiyle beyni yıkanmış bir kuşak hala körü körüne bu ideolojiyi savunuyordu. Bu dogmatizm nedeniyle, pratikte çökmüş olan komünist sistem bir süre daha yaşatıldı. "Glasnost" ve "Perestroyka" denen formüllerle reforme edilip yaşatılmak istendi. Ama sonunda kaçınılmaz çöküş geldi.
Bu çöküşten önce ise, komünizmin aslında tükendiğini teşhis eden ve dile getirenler vardı. Pek çok Batılı gözlemci, bu çöküşün kaçınılmaz olduğunu, Sovyetler'deki statükonun bunu ancak bir süre geciktirebileceğini fark etmişler ve yazmışlardı.
Biz de bu kitapta, Darwinizm'in aslında bilimsel olarak çoktan çöktüğünü anlatıyoruz. Zaten hiçbir zaman gerçekçi bir bilimsel dayanağı olmayan bu teori, bilim düzeyinin yetersizliği nedeniyle, bir süre için bazılarına "ikna edici" görünmüş, ama bu ikna ediciliğin de bir aldatmaca olduğu ortaya çıkmıştır. Darwin'in evrim teorisini savunmak için son 150 yıldır öne sürülen iddiaların her biri günümüzde çürümüş durumdadır. Evrimin tüm sözde kanıtları, bir bir yıkılmıştır. Çok yakında, bilim dünyasındaki yanılgı içindeki insanlar da bu gerçeğin farkına varacak, böylesine yanlış bir teoriye nasıl kapıldıklarına şaşacaklardır. İsveçli bilim adamı Soren Løvtrup'un ifadesiyle, "Darwinist efsane bir gün bilim tarihindeki en büyük aldanış olarak nitelenecektir."1 Bu nitelemenin oluşması için gerekli tüm bilimsel veriler ortaya çıkmış, geriye sadece bazı bilim çevrelerinin bu gerçeği kabullenmesi kalmıştır. İlerleyen sayfalarda, evrim teorisini çürüten söz konusu bilimsel verileri inceleyecek ve Darwinizm'in, 19. yüzyılın bilim düzeyinin yetersizliğinden faydalanılarak ortaya atılmış büyük bir yanılgı olduğunu birlikte göreceğiz.
dsda
Luigi Galvani
Kurbağalar da evrimcilerin kapıldıkları bilimsel bir yanılgının malzemesi olmuşlardı.

dsda
Darwin canlılığı 19. yüzyılın ilkel araçları ile incelemiş ve bu nedenle yaşamın kompleksliğinin farkına varmamış, büyük bir yanılgıya kapılmıştı.

dsda
Zamanla gelişen teknoloji yeni tasarımların ortaya çıkmasına, günlük yaşamın daha kolaylaşmasına vesile olmaktadır. Bilimsel alanda yaşanan gelişmeler de eski dönemdeki bilgisizlik nedeniyle kabul görmüş olan Darwinizm gibi köhne teorilerin gerçek yüzünü açığa çıkarmaktadır.

dsda
1. Tarihi bir fotoğraf makinesi ve yenisi
2. Telefonun ilk zamanları ve bugünkü hali
3. Bir zamanlar gözde olan bir oda büyüklüğündeki bilgisayarların yerini günümüzde modern bilgisayarlar almıştır. (Sol altta)
4. Bir zamanlar keşfi heyecanla karşılanan siyah beyaz televizyonlar ise yerlerini kusursuz görüntü netliği sağlayan renkli televizyonlara,
5. Gramofonlar yerlerini modern müzik setlerine, CD çalarlara bırakmıştır.
Bir zamanlar evrim teorisi de yetersiz bilim düzeyi nedeniyle kabul görmüştür. Ancak Darwinizm'in maskesi 21. yüzyılda tamamen düşürülmüş, köhne ve çürük bir teori olduğu delilleriyle ortaya konmuştur.

dsda
Darwinizm bilimsel olarak çökmüş bir teoridir. Hiçbir zaman gerçekçi bir bilimsel dayanağı olmayan bu teori, bilim düzeyinin yetersizliği nedeniyle, bir süre için bazılarına "ikna edici" görünmüş, ama zaman içinde gelişen bilim bu ikna ediciliğin de bir aldatmaca olduğunu ortaya çıkarmıştır.

Dipnotlar

1- Søre n Løvtrup , Darwinism: The Refutation of A Myth, Croom Helm, New York, 1987, s.422

Darwinizmin Yıkılan Efsaneleri ve Bilimin Doğru Tanımı

Darwinizmin Yıkılan Efsaneleri ve Bilimin Doğru Tanımı

Günümüzde evrim teorisini savunan gazeteciler, yazarlar, düşünürler, bilim adamları, akademisyenler ya da üniversite öğrencileri arasında bir anket yapılsa ve "Neden evrim teorisine inanıyorsunuz, bu teorinin kanıtları nelerdir?" diye sorulsa, çoğunluğun vereceği cevap büyük olasılıkla, gerçekte hepsi bilim dışı birer yanılgı olan bazı "efsane"ler olacaktır. Bu efsanelerin en yaygın olanları ve neden doğru olmadıkları aşağıdaki gibi sıralanabilir.
1) Evrim taraftarları, "bilim adamlarının yaptıkları deneyler, yaşamın kimyasal reaksiyonlarla kendi kendine başlayabileceğini göstermiştir" diye iddia ederler. Oysa bunu gösteren tek bir deney bile yoktur üstelik bunun teorik düzeyde bile mümkün olmadığı ortaya çıkmıştır.
2) Canlı fosillerinin, dünya üzerinde bir evrim süreci yaşandığını kanıtladığını zannederler. Ancak bunun tam tersine bütün fosiller, Darwin'in teorisiyle tamamen zıt bir "doğa tarihi" ortaya çıkarmış; canlı türlerinin evrim sürecinde kademe kademe ortaya çıkmadıklarını, bir anda kusursuz halleriyle yaratıldıklarını göstermiştir.
3) Ünlü fosil Archaeopteryx'in, sürüngenlerin kuşlara evrimleştiği iddialarını ispatladığını zannederler. Ancak Archaeopteryx'in, uçucu, gerçek bir kuş olduğu anlaşılmış ve onun atası olarak gösterilecek hiçbir sürüngen bulunamamıştır. Bu gerçeğin ortaya çıkmasıyla, evrimcilerin kuşların sürüngenlerden evrimleştiği iddiasını destekleyebildikleri tek bir delilleri dahi kalmamıştır.
4) Onlarca yıldır, "atın evrimi", evrim teorisinin en iyi belgelenmiş kanıtlarından biri olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Oysa at serilerinin tam bir bilimsel fiyasko olduğu ortaya çıkmıştır. Farklı devirlerde yaşamış dört ayaklı memeliler küçükten büyüğe doğru dizilmiş ve bu hayali "at serileri" doğa tarihi müzelerinde sergilenmiştir. Son yıllardaki araştırmalar ise, at serilerindeki canlıların birbirlerinin atası olmadığını, sıralamaların çok hatalı olduğunu, atın atası olarak gösterilen canlıların gerçekte attan daha sonra ortaya çıktıklarını ortaya koymaktadır.
5) İngiltere'nin ünlü "Sanayi Devrimi Kelebeklerinin", doğal seleksiyonla evrimin yaşanmış bir kanıtı olduğunu sanırlar. Oysa Sanayi Devrimi sırasında kelebeklerin renklerinde gerçekleşen değişimlerin doğal seleksiyonla evrim olmadığı kesin olarak ortaya çıkmıştır. Bu kelebeklerin renkleri değişmemiş, sadece beyaz kelebekler daha çok sayıdayken, değişen çevre koşulları nedeniyle beyaz kelebeklerin sayısı azalmış, koyu renk kelebeklerin sayısında artış olmuştur. Bu hikayenin de tam bir bilim sahtekarlığı olduğu anlaşıldıktan sonra evrimcilerin sözde delillerinden biri daha geçerliliğini yitirmiştir.
6) İnsanın maymunlarla ortak bir atadan geldiğini gösteren "maymun adamlara" dair fosil kalıntılarının ve izlerin olduğunu iddia ederler. Oysa bu konudaki iddiaların tümü sadece önyargıya dayanmakta, evrimciler bile "insanın evrimi konusunda kanıt yok" demek zorunda kalmaktadırlar. Örneğin evrimci bir paleoantropolog olan Richard Leakey şöyle söylemektedir:
David Pilbeam hoşnutsuzlukla şöyle der: "Farklı bir bilim dalından zeki bir bilim adamını getirseniz ve ona elimizdeki yetersiz delilleri gösterseniz, kesinlikle 'bu konuyu unutun; devam etmek için yeterli dayanak yok' diyecektir." Ne David ne de insanın atasını araştıran diğerleri elbette ki bu tavsiyeye uymayacaklardır, ancak hepimiz bu kadar yetersiz delille sonuç çıkarmanın ne kadar tehlikeli olduğunun tamamen farkındayız..2
Leakey'in alıntısında sözünü ettiği bir başka evrimci paleontolog olan David Pilbeam ise bu konuda şu itirafta bulunmuştur:
Benim tereddütlerim sadece bu kitabı (Richard Leakey'in Kökler isimli kitabı) değil, paleoantropolojinin bütün ilgi alanını ve metodlarını kapsıyor. Yayınlanan kitaplar şunu söylemeye çekiniyorlar ki, ben de dahil olmak üzere kuşaklar boyu insan evrimini araştıran kişiler karanlık içinde çırpınıyorlar. Elimizde olan bilgiler, teorilerimizi şekillendirmek için son derece güvenilmez ve yetersiz. 3
İnsanın sözde atası olduğu iddia edilen fosillerin ya soyu tükenmiş bir maymun türüne veya farklı bir insan ırkına ait olduğu ortaya çıkmaktadır. Sonuç olarak, evrimcilerin insanın maymunla ortak bir atadan evrimleştiği iddialarını delillendirebildikleri bir tek kanıtları dahi bulunmamaktadır.
Jonathan Wells
Amerikalı biyolog Jonathan Wells ve kitabı: "Evrimin İkonları: Bilim mi Efsane mi? Evrim Hakkında Öğrettiğimiz Şeylerin Çoğu Neden Yanlış?"
7) İnsanla diğer canlıların embriyolarının anne rahminde (veya yumurtada) aynı "evrim süreci"ni geçirdiklerini, hatta insan embriyosunun sonradan kaybolan solungaçlarının olduğunu zannederler. (Bu iddianın büyük bir bilim sahtekarlığına dayandığı ve tümüyle asılsız olduğu delilleriyle gösterilmiştir. İddianın sahibi olan Haeckel adlı evrimci bilim adamı, embriyo çizimlerinde kasıtlı değişiklikler yapmış, embriyoları birbirine benzer göstermeye çalışmıştır. Artık evrimciler dahi bu iddiayı bilim dışı bir sahtekarlık olarak kabul etmektedirler.
8) İnsanda ve diğer canlılarda işlevsiz, "körelmiş" organlar olduğunu zannederler. Hatta DNA'nın bile büyük kısmının işlevsiz, "Hurda DNA" olduğunu sanırlar. Oysa bütün bu iddiaların, bilimsel cehaletten doğduğu anlaşılmış, zaman geçtikçe ve bilim ilerledikçe hem organların hem de genlerin tümünün işlevsel olduğu ortaya çıkmıştır. Bu gerçek ise, canlıların sözde evrim sürecinde kullanmadıkları için körelen organlara sahip olmadıklarını, tüm organları ve yapıları ile, kusursuz olarak yaratıldıklarını, tesadüflerin eseri olamayacaklarını göstermektedir.
9) Bir canlı türünün kendi içinde yaşadığı "varyasyonu" (çeşitliliği) -örneğin Galapagos Adaları'ndaki ispinozların farklı gaga yapılarını- çok güçlü bir evrim kanıtı zannederler. Oysa bunun evrimin delili olamayacağı bilinmektedir. Gaga yapılarındaki farklılıklar gibi "mikro" düzeydeki değişimler yeni biyolojik bilgi, yani yeni organlar üretemez; dolayısıyla evrim sağlayamaz. Sonuç olarak bugün neo-Darwinistler dahi, bir canlı türü içindeki bazı çeşitlenmelerin evrime neden olamayacağını kabul etmektedirler.
10) Meyve sinekleri üzerinde yapılan deneylerde gerçekleştirilen mutasyonlarla yeni canlı türleri üretilebildiğini zannederler. Oysa bu deneylerde sadece sakat ve kısır bireyler üretilmekte, hiçbir yararlı mutasyon gözlemlenmemektedir. Akıl ve bilgi sahibi, uzman bilim adamları kontrolündeki mutasyonlarda dahi yeni türler üretilememesi, evrimin değil, evrimin olmadığının delilidir. Dolayısıyla mutasyonların da evrimin delili olarak gösterilmesi imkansızdır.
Jonathan Wells
Evrim teorisi 19. yüzyılın sonlarından bu yana Batılı ülkelerin eğitim sistemlerine girdi ve genç nesillere sözde bilimsel bir gerçek gibi öğretildi. Ama gerçekte öğretilenler, bilime aykırı "ikon"lardı.
Aslında "neden evrim teorisine inanıyorsunuz" sorusu karşısında, ankete katılanların büyük bölümü, bu saydığımız sözde delillerin de çok azını, çok yüzeysel biçimde biliyor olacaklardır. Bir zamanlar bir gazete veya dergi köşesinde okudukları, lise öğretmenlerinden dinledikleri, evrimci kaynaklarda gördükleri bu "efsane"ler onları bir kez evrimin olduğuna ikna etmiştir ve bir daha da bunları sorgulamaya gerek görmemişlerdir.
Oysa, üstteki sözde delillerin her biri tamamen çürüktür.
Bu bir iddia değil, evrim teorisini eleştiren bilim adamlarının somut kanıtlarla açıkça ispat ettikleri bir gerçektir. Bu kitabın ilerleyen sayfalarında da aynı gerçek yine açıklanacaktır.
Darwinizm'i eleştiren önemli isimlerden biri olan Amerikalı biyolog Jonathan Wells4, pek çok evrim taraftarının ezbere bildiği ama aslında hepsi de kökten yanlış birer batıl inanç olan söz konusu evrim efsanelerini "evrimin ikonları" olarak tanımlar. İkon, bazı batıl dinlerde yer alan ve o inancın kutsal saydığı kavramları temsil eden ve mensuplarına hatırlatan sembollere verilen isimdir. Ateist bir din olan5 evrim teorisinin bağlılarının inançlarını ayakta tutmak için kullandığı ikonlar ise; "maymun adam" çizimleri, "insan embriyosundaki solungaçlar" gibi gerçekte birer bilim sahtekarlığından ibaret olan şekiller ve üstte saydığımız ve her biri asılsız olan efsanelerdir. Wells, Icons of Evolution: Science or Myth? Why Much of What We Teach About Evolution Is Wrong? (Evrimin İkonları: Bilim mi Efsane mi? Evrim Hakkında Öğrettiğimiz Şeylerin Çoğu Neden Yanlış?) adlı kitabında, burada saydığımız efsanelere paralel olan 10 tane "evrim ikonu" sayar ve bunların neden çürük olduğunu detaylı olarak anlatır.
Bu efsanelerin hepsi bugün çökmüş durumdadır. Yerlerine evrimciler tarafından öne sürülen hiçbir yeni kanıt da yoktur.
Bu nedenledir ki Darwinizm, 19. yüzyılın yetersiz bilimsel düzeyi içinde "bir zamanlar" bazı insanlara ikna edici gibi görünen, ancak maskesi 21. yüzyılda tamamen düşürülmüş, köhne ve çürük bir teoridir.

Din ve Bilim Konusu

Jonathan Wells
Benjamin Wiker'ın kitabı
Darwinizm'in yıkılan efsanelerini ilerleyen sayfalarda inceleyeceğiz. Ancak bundan önce, pek çok evrim taraftarını bu teoriye bağlayan bir başka nedeni daha ele almak -ve çürütmek- gerekmektedir.
Bu neden, "din ve bilim çatışması" denen sahte şablondur. Bu gerçek dışı şablonu savunanlar evrim teorisinin, bilimsel kanıtları olan, "bilim adamları"tarafından ortak bir kanaatle kabul edilen bir gerçek olduğunu iddia ederler. Yaratılış gerçeğini ise bilimden ayrı yalnızca inancın bir gereği olarak öne sürerler. Oysa bu iddiaları tamamen gerçek dışıdır. Bu konuda örnek olarak ABD'de evrim teorisinin okullarda nasıl okutulması gerektiği konusunda sürdürülen tartışmayı verebiliriz. Bu tartışma tamamen bilimsel düzeyde geçmesine rağmen, "kiliseler ile bilim adamlarının uyuşmazlığı" gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Türkiye'de de bir kısım medya organlarında ve yayınlarda bu konuda yayınlanan haberlere veya bu gazetelerin köşe yazarlarının bir bölümünün bu konudaki makalelerine bakıldığında, hepsinin aynı yüzeysel ve yanlış şablonu kullandıkları görülecektir.
Bu şablon, aşağıdaki nedenlerle, tamamen yanlıştır:
Öncelikle yaratılış, bilimsel delillerle savunulmaktadır. Bugün dünyada süren evrim-yaratılış tartışması, "bilim adamları ile kiliseler" arasında değil, evrim teorisine inanmakta ısrar eden bilim adamları ile bu teorinin geçersizliğini gören bilim adamları arasında geçmektedir. Mevcut bilimsel kanıtların hepsi evrim aleyhindedir. Bu kanıtların gücü sayesindedir ki, 90'lı yılların ikinci yarısından itibaren evrim teorisi ABD'de düşüşe geçmiş, sırasıyla Kansas, Georgia, Ohio gibi eyaletlerde, okullarda evrim teorisinin geçersizliğini gösteren kanıtların da öğretilmesi gerektiği karara bağlanmıştır. ABD'de evrim teorisine karşı oldukça güçlü bir muhalefet başgöstermiştir. Bu hareketin tüm üyeleri ABD'nin en büyük üniversitelerinde kariyerleri bulunan bilim adamlarıdır. Hatta 70'li yıllarda hayatın kökeni ve kimyasal evrim konusundaki teziyle evrim teorisinin tanınmış savunucularından biri haline gelen Prof. Dean Kenyon da, evrime karşı hareketin bir temsilcisi haline gelmiştir ve yaşamın kökeninin evrimle değil ancak bilinçli yaratılışla açıklanabileceğini savunmaktadır.

Epikür'den Darwinizm'e Miras Kalan Dogmatizm

Franciscan Üniversitesi'nde Bilim ve Teoloji konusunda öğretim görevlisi olan Benjamin Wiker Moral Darwinism: How We Become Hedonists? (Ahlaki Darwinizm: Nasıl Hedonistler Haline Geldik?) isimli kitabında, Darwin'in evrim teorisinin Eski Yunan'ın ve Roma'nın materyalist düşünürleri Epikür ve Lucretus'un felsefelerinin güncellenmiş bir versiyonu olduğunu detaylarıyla anlatır. Bu iki düşünür, sonradan Darwin'in dile getireceği:
1) Doğanın "kendi kendine işleyen bir sistem" olduğu.
2) Canlılar arasında kıyasıya bir yaşam mücadelesi yaşandığı ve bunun doğal seleksiyon yoluyla evrimi sağladığı.
3) Doğayı ve canlıları açıklarken, bir "teleolojik" açıklama yapılmaması (yani amaca yönelik olarak var oldukları fikrinden yola çıkılmaması) gerektiği gibi gerçek dışı fikirleri detaylı olarak yazmışlardır.
Dikkat çekici olansa, bu görüşlerin bilimsel olmayışıdır. Hem Epikür hem de Lucterus deneyler ve gözlemler yapmamış, tümüyle kendi istekleri doğrultusunda salt mantık yürütmüşlerdir. Dahası, bu mantığın çıkış noktası da çok ilginçtir. Epikür, bir Yaratıcı'nın varlığını kabul etmek istemediğini, bu gerçeğin ahiret inancını da beraberinde getirdiğini ve bu yüzden kendisini kısıtlanmış hissettiğini açıklamış ve tüm felsefesini bu kabul etmek istemediği durumdan kurtulmak için geliştirdiğini belirtmiştir. Bir diğer deyişle, Epikür, ateizmi kendisine psikolojik bir rahatlık sağladığı için tercih etmiş, sonra da bu tercihine dayalı bir dünya görüşü oluşturmaya girişmiştir. Bu nedenle evrendeki düzenin ve canlıların kökeni konularına ateist bir açıklama bulmaya çalışmış, evrime temel olan fikirleri bu amaçla benimsemiştir.
Kısaca özetlediğimiz Epikür-Darwin bağlantısını çok detaylı olarak ortaya koyan Benjamin Wiker bu konuda şu yorumu yapar:
İlk Darwinist Darwin değildi; Samos Adası'nda MÖ 341 yılında doğmuş Epikür isimli kötü şöhrete sahip bir Yunanlıydı. Darwinizm'in felsefi temellerini oluşturan oydu; çünkü tamamen materyalist, ateist kozmolojiyi o oluşturdu. Bu kozmolojiye göre, cansız maddenin amaçsız etkileşimleri, sonsuz zaman içindeki bir seri tesadüfi kazalar sonucunda, sadece Dünya'yı değil, aynı zamanda onun üzerindeki sayısız yaşam formunu oluşturmuştu. (Epikür) bu kozmolojiyi herhangi bir kanıta dayanarak değil, ama dünyayı Yaratıcı fikrinden soyutlamak isteğine dayanarak üretmişti... Dine karşı duyduğu nefret, Epikür'ü modernizme bağlamaktadır, çünkü (Darwinist) modernler de Epikür'ün mirasçılarıdırlar. Uzun ve dolambaçlı bir yol sonucunda, Epikürsel materyalizmin revize edilmiş bir şekli, günümüzdeki bilimsel materyalizmin temeli haline geldi. Bu Darwin'in Türlerin Kökeni'nde varsaydığı materyalist kozmolojiydi ve hala da doğadaki tasarımı göz ardı edenlerin fikri temelini oluşturmaktadır.6 
İlk Darwinist Darwin değildi; Samos Adası'nda MÖ 341 yılında doğmuş Epikür isimli kötü şöhrete sahip bir Yunanlıydı. Darwinizm'in felsefi temellerini oluşturan oydu; çünkü tamamen materyalist, ateist kozmolojiyi o oluşturdu. Bu kozmolojiye göre, cansız maddenin amaçsız etkileşimleri, sonsuz zaman içindeki bir seri tesadüfi kazalar sonucunda, sadece Dünya'yı değil, aynı zamanda onun üzerindeki sayısız yaşam formunu oluşturmuştu. (Epikür) bu kozmolojiyi herhangi bir kanıta dayanarak değil, ama dünyayı Yaratıcı fikrinden soyutlamak isteğine dayanarak üretmişti... Dine karşı duyduğu nefret, Epikür'ü modernizme bağlamaktadır, çünkü (Darwinist) modernler de Epikür'ün mirasçılarıdırlar. Uzun ve dolambaçlı bir yol sonucunda, Epikürsel materyalizmin revize edilmiş bir şekli, günümüzdeki bilimsel materyalizmin temeli haline geldi. Bu Darwin'in Türlerin Kökeni'nde varsaydığı materyalist kozmolojiydi ve hala da doğadaki tasarımı göz ardı edenlerin fikri temelini oluşturmaktadır.6 
Günümüzde de evrim teorisini ısrarla savunanların motivasyonu, "bilim yanlısı" olmalarından değil, "ateizm yanlısı" olmalarından gelmektedir. Ateizme olan bağlılıkları ise, aynen fikir babaları Epikür'de olduğu gibi, Allah'ın varlığını kabul etmenin, kendi bencil tutkularıyla çatışmasından kaynaklanmaktadır.
Burada hemen belirtmek gerekir ki, Allah'ın Kuran'da inkarcılar hakkında bildirdiği, "Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla (Allah'ın ayetlerini) inkar ettiler" (Neml Suresi, 14) ayeti, bu kişilerin durumunu tam olarak tarif  eder. Bir diğer ayette ise, "Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü?..." (Furkan Suresi, 43) buyrulmaktadır. Allah'ı, sırf O'nun varlığını kabul etmek nefislerinin istek ve tutkuları ile çatıştığı için inkar eden Epikürcü-Darwinist klan da bu ayette tarif edilen insanların konumuna girmektedirler. Dolayısıyla, evrim-yaratılış tartışmasını "bilim-din çatışması" olarak görmek, çok büyük bir aldanıştır.
Evrim ve yaratılış, evrenin ve canlıların kökeni hakkında tarihin eski çağlarından beri var olan iki farklı açıklamadır. Bu iki açıklamadan hangisinin bilimsel olarak doğru olduğunun anlaşılması için bilimsel bulgulara bakmak gerekir. Tüm bulgular, bu kitapta ve diğer eserlerimizde açıklandığı gibi, evrim teorisinin yanlış, yaratılış gerçeğinin ise doğru olduğunu bir kez daha kanıtlamaktadır.

Bilimin Ateist Olmak Zorunda Olduğu Yanılgısı

Bilimin ateist olmak, yani "evren sadece maddeden ibarettir, madde ötesinde bir bilinç yoktur" şeklindeki bir dogmaya inanmak ve bunu desteklemek zorunluluğu yoktur. Bilim bulguları inceler ve doğruluğu kesin olan bulgular bizi nereye götürüyorsa onu kabul eder.
Bugün astrofizik, fizik, biyoloji gibi farklı bilim dalları, evrende ve doğada rastlantılarla açıklanması imkansız yaratılış örnekleri olduğunu açıkça göstermektedirler. Deliller, bir Yaratıcı'nın varlığını kanıtlamaktadır. Bu Yaratıcı, gökleri, yeri ve bu ikisi arasındaki canlı-cansız herşeyi yaratan sonsuz güç ve akıl sahibi Allah'tır. 
Kanıtsız olan "inanç" ise ateizmdir.
Ateizmin en önemli dayanağı sanılan Darwinizm ise, ilerleyen sayfalarda inceleneceği gibi, çökmüş durumdadır.

Dipnotlar

2- Robert D. Martin, Primatların Orijini ve Evrim, Princetown Üniversitesi Yayınları, 1990, s.82
3- David Pilbeam, American Scientist, Sayı 66, Mayıs-Haziran, 1978, s.379
4- Jonathan Wells, California Berkeley Üniversitesi'nde biyoloji lisansı ve moleküler biyoloji doktorası yapmış bir bilim adamıdır. Ayrıca Yale Üniversitesi'nde de ikinci doktorasını yapmıştır. Halen Seattle'daki Discovery Institute'da çalışmalarını sürdürmektedir.
5- Evrimin bir din olarak tanımlanması bazı okuyuculara garip gelebilir, ama son derece yerindedir. Din, bir insanın inandığı ve hayata bakışını belirleyen temel prensipleri ifade    eder. İnsana materyalist bir bakış veren ve bilime değil inanca dayanan evrim teorisi de bir dindir. Bu teoriyi din olarak tanımlayanlar arasında Julian Huxley veya Pierre Teilhard de Chardin gibi bazı evrimcilerin de yer aldığını belirtmek gerekir.
6- Benjamin D. Wiker, "Does Science Point to God? Part II: The Christian Critics", The Crisis Magazine, Temmuz-Ağustos 2003, http://www.crisismagazine.com/julaug2003/feature1.htm

Bir Zamanlar Yaşam Basit Sanılıyordu

Bir Zamanlar Yaşam Basit Sanılıyordu

Darwinizm, yeryüzündeki tüm canlılığın, herhangi bir amaç ya da plan olmadan, rastlantılar sonucunda oluştuğu iddiasıdır.
Bu iddianın ilk halkasında ise, cansız maddenin içinde ilk canlının ortaya çıkışı yer alır. Bu ilk canlının gerçekten cansız maddeden tesadüfen oluşabileceği gösterilmelidir ki, doğal bir "evrim süreci" olup olamayacağı tartışılabilsin.
Peki bu ilk halka bilimsel verilerle kıyaslanınca ortaya ne çıkar? Yani cansız maddenin içinden tesadüfler sayesinde canlı bir organizma çıkabilir mi?
Bir zamanlar gözlem ve deneylerin üstteki soruya olumlu cevap verdiği sanılıyordu. Yani cansız maddenin içinden, kendi kendine, canlılar türeyebileceği düşünülüyordu. Çünkü söz konusu "gözlem ve deneyler" çok ilkeldi.
kurbağa
Bu gözlem ve deneylerin ilk sahipleri Eski Mısırlılardı. Nil nehrinin çevresinde yaşayan bu halk, yağışlı mevsimlerde Nil çevresinde çoğalan kurbağaların, nehrin etkisiyle çamurdan türediklerini sanıyordu. Sadece kurbağaların değil, yılan, solucan ve farelerin de, su baskınlarıyla taşan Nil ırmağının çamurlarından oluştuklarını düşünüyorlardı. Yaptıkları yüzeysel "gözlem", onları böylesi batıl bir inanışa sürüklemişti.
Sadece Eski Mısır'da değil, eski çağlardaki pek çok pagan toplumda da canlı ve cansız varlıklar arasındaki sınırın belli-belirsiz ve kolayca aşılabilir olduğu inancı yaygındı. Hindu felsefesine göre ise, evren "prakriti" adı verilen kocaman, yuvarlak bir maddeden oluşmuştu. Canlı cansız tüm maddeler bu ilk maddeden evrimleşerek oluşmakta ve tekrar prakritiye dönüşmekteydi. Eski Yunan felsefecilerinden Thales'in öğrencisi Anaksimenderes "Doğa" isimli şiirinde hayvanların, güneş ışığıyla buharlaşan bir balçıktan meydana geldiklerini yazdı.
Tüm bu batıl inanışların temelinde, canlılığın basit bir yapıya sahip olduğu zannı yatıyordu. Bu zan modern bilimin doğduğu Avrupa'da da uzun bir süre korundu. Modern bilim 16. yüzyıldan itibaren gelişmeye başladı, ancak bilim adamlarının canlılığın detaylarını, özellikle de gözle görülmeyen moleküler yapısını inceleme imkanı olmadığı için, en az üç yüz yıl daha canlılığın basit olduğu düşüncesi bazıları için ikna edici olmaya devam etti.
Lazzaro Spallanzani
Lazzaro Spallanzani
Bu ikna ediciliğin temelinde yine bazı yüzeysel gözlem ve deneyler vardı. Örneğin Belçikalı kimyacı Jan Baptista van Helmont (1577–1644) kirli bir gömleğin üzerine buğday döktü ve belli bir süre bekledikten sonra gömleğin çevresinde fareler bulunca, buğday ve gömlek karışımından farelerin ürediğine inandı. Alman bilim adamı Athanasius Kircher (1601-1680) de benzer bir deney yaptı. Ölü sineklerin üzerine bal döken ve bir süre sonra bu balın çevresinde, uçuşan sineklerin bulunduğunu gören Kircher, sinek ölüleriyle birleşen balın canlı sinek ürettiğini sandı.
Ancak daha bilinçli deneyler yapan bilim adamları, bu düşüncelerin birer yanılgı olduğunu fark edebiliyorlardı. İtalyan bilim adamı Francisco Redi (1626 –1697) bu konuda ilk kez kontrollü bir deney yaptı. İzolasyon yöntemini kullanarak, etlerin üzerindeki kurtların kendiliğinden oluşmadığını, sineklerin getirip bıraktıkları larvalardan çıktığını belirledi. Redi, canlılığın cansız maddelerden değil, ancak bir başka canlıdan gelebileceğini savundu. Bu görüş "biogenez" olarak bilindi. Canlılığın kendiliğinden oluşabildiği görüşünün adı ise "abiogenez"di.
Abiogenez ve biogenez taraftarları arasındaki bilimsel tartışmayı 18. yüzyılda John Needham (1713-1781) ve Lazzaro Spallanzani (1729-1799) sürdürdü. Her ikisi de bir parça eti kaynattıktan sonra izole ettiler. Needham ette yine kurtların oluştuğunu gözlemledi ve bunu abiyogeneze delil saydı. Spallanzani ise aynı deneyi tekrarladı, ama eti daha uzun süre kaynattı. Böylece üzerindeki tüm organik formları öldürmüş oluyordu. Ve bunun sonucunda et kurtlanmadı. Böylece Spallanzani abiyogenezi çürütmüş oluyordu. Ama yine de pek çok insan buna inanmadı. Spallanzani'nin "eti çok fazla kaynatarak içindeki yaşam gücünü öldürdüğünü" söylediler.
Louis Pasteur
Louis Pasteur, yaşamın cansız maddenin içinden kendiliğinden doğabileceği inancını bilimsel deneylerle yıktı. Bu bulguyla birlikte, Darwinistlerin hayali "evrim süreci" daha ilk halkasında çıkmaza saplanmış oluyordu.
Charles Darwin teorisini geliştirirken, hayatın kökeni konusu işte bu gibi tartışmalarla belirsizdi. Pek çok insan, kurtlar gibi gözle görülür canlıların olmasa bile, bakterilerin ve diğer mikropların cansız maddeden türeyebileceğine inanıyordu. Ünlü Fransız kimyacı Louis Pasteur, asırlardır süregiden abiyogenez iddiasını deneyleri ile 1860 yılında çürüttü, ama abiyogenez düşüncesi yine de pek çok insanın zihninde yer etmeye devam etti.
Bu nedenle Darwin ilk hücrenin nasıl ortaya çıkmış olabileceği konusu üzerinde hemen hiç düşünmedi. 1859'da yayınlanan Türlerin Kökeni'nde bu konuya dair herhangi bir açıklama yapmadı. Pasteur'un deneyleri bu konunun Darwinizm için büyük bir problem olduğunu ortaya koyduktan sonra bile, meseleye fazla eğilmedi. Hayatın kökeni konusundaki tek bilinen "açıklaması", ilk hücrenin "küçük sıcak bir gölde" oluşmuş olabileceği yönündeydi.
Darwin 1871'de Joseph Hooker'a yazdığı mektupta şöyle diyordu:
Genellikle deniyor ki, bir yaşayan organizmanın ilk üretimi için gerekli koşullar şimdi mevcut olduğuna göre, bu koşullar her zaman mevcut olmalıydı. Ama eğer tüm amonyak ve fosforik tuzların bulunduğu, ışık, ısı, elektrik vs.nin var olduğu küçük sıcak bir gölde, bir protein bileşiği kimyasal olarak oluşsa ve daha kompleks değişimler geçirmeye hazır olsaydı, günümüzde bu madde hemen absorbe edilirdi, ama canlı yaratıkların varlığından önce bu durum böyle olmayabilirdi.7
Türleirn Kökeni
Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabı
Kısacası Darwin, sıcak bir gölün içinde yaşamın hammaddesi olan bazı kimyasallar bulunduğu takdirde, proteinlerin oluşabileceğini, bunların da çoğalıp, birleşip, bir hücre oluşturabileceklerini savunmuştu. Dahası, böyle bir oluşumun günümüz dünya koşullarında mümkün olmadığını, ama eski devirlerde mümkün olabileceğini ileri sürmüştü.
Darwin'in her iki iddiası da hiçbir bilimsel temeli olmayan birer spekülasyondu.
Ama bu spekülasyonlar kendinden sonra gelecek evrimcilere ilham kaynağı olacak ve yüzyılı aşkın bir süre devam edecek umutsuz bir çabayı başlatacaktı.
Bu umutsuz çaba, asırlardır varlığını koruyan ve Darwin'i de yanıltan bir yanılgıya dayanıyordu: Yaşamın, salt tesadüfler ve doğa kanunları ile ortaya çıkabilecek kadar basit olduğu yanılgısına...
O zamandan bu yana yüzyıl gibi uzun bir zaman geçti.
Binlerce bilim adamı, hayatın kökenine evrimsel bir açıklama getirmek için çaba harcadılar. Yolu açanlar, Alexander Oparin ve J. B. S. Haldane oldu. Biri Rus diğeri İngiliz -ama her ikisi de Marksist- olan bu iki bilim adamı, "kimyasal evrim" olarak bilinen teoriyi ortaya attılar. Darwin'in hayal ettiği gibi, yaşamın hammaddesi olan moleküllerin, enerji katkısı sayesinde, kendi kendilerine evrimleşip canlı bir hücre yapabileceklerini iddia ettiler.
Oparin ve Haldane'in tezleri 20. yüzyıl ortasında ivme kazandı. Çünkü yaşamın ne denli kompleks olduğu hala tam bilinmiyordu ve Stanley Miller adlı genç bir kimyacının deneyi, "kimyasal evrim" tezine göstermelik bir bilimsel destek sağlamıştı.
Haldane & Oparin
J. B. S. Haldane
Alexander Oparin

Bir Zamanlar Miller Deneyi Vardı

Stanley Miller
Stanley Miller
Bugün yaşamın kökeninden bahseden evrimci kaynaklara bakarsanız, büyük olasılıkla, savundukları tezlere en büyük kanıt olarak "Miller Deneyi"ni gösterdiklerini görürsünüz. Pek çok ülkenin biyoloji konulu ders kitaplarında öğrencilere bu deneyin ne denli önemli bir bulgu olduğu ve sözde "yaşamın kökeni sorununu nasıl aydınlattığı" anlatılır. Deneyin detayları çoğu zaman göz ardı edilir. Deneyde neyin üretildiği ve bunun yaşamın kökeni meselesinin kaçta kaçına "ışık tutmuş" olabileceği de göz ardı edilir.
Bu deneyin kendisine ışık tutmak için, daha önceki çalışmalarımızda çok detaylı olarak yer verdiğimiz gerçekleri kısaca özetleyelim.
1953 yılında, Chicago Üniversitesi Kimya bölümü öğrencisi olan Stanley Miller, hocası Harold Urey'in de gözetimi altında, ilkel dünya atmosferine benzediğini varsaydığı bir gaz karışımı oluşturdu.
Sonra bu karışımın içine bir haftayı aşkın bir süre elektrik verdi ve bu sürenin sonunda canlılarda kullanılan -ve kullanılmayan- bazı aminoasitlerin sentezlendiğini gözlemledi.
Aminoasitler, vücudun en temel malzemeleri olan proteinlerin yapıtaşlarıdır. Yüzlerce aminoasit, hücre içinde belirli bir sırayla birleştirilir ve böylece proteinler yapılır. Hücreler de ortalama birkaç bin ayrı türde proteinden meydana gelir. Yani aminoasitler, canlıların en küçük parçalarıdır.
İşte bu nedenle Stanley Miller'ın aminoasit sentezi, evrimciler arasında büyük heyecan uyandırdı. Ve on yıllar sürecek bir "Miller Deneyi efsanesi" doğmuş oldu.
Oysa efsane boştu. Geçersizdi.
Bu gerçek yavaş yavaş ortaya çıktı. 1970'lerde dünyanın ilk zamanlarındaki atmosferin, Miller'in deneyinde kullandığı metan ve amonyak gazlarını içermediği, onun yerine başlıca azot ve karbondioksit içerdiği kanıtlandı. Bu da Miller'in senaryosunu boşa çıkardı çünkü söz konusu gazlar aminoasit oluşumu için hiç de uygun değillerdi. Jeoloji dergisi Earth'de yayınlanan 1998 tarihli bir makalede bu gerçek şöyle özetleniyordu:
Bugün Miller'ın senaryosu şüphelerle karşılanmaktadır. Bir nedeni, jeologların ilkel atmosferin başlıca karbondioksit ve azottan oluştuğunu kabul etmeleri. Bu gazlar ise 1953'teki deneyde (Miller Deneyi'nde) kullanılandan çok daha az aktifler.8
Miller deneyi
Miller'in varsayımının aksine, erken atmosfer organik moleküllerin oluşması için hiç uygun değildi.
Bir diğer ünlü bilim dergisi National Geographic'in aynı yıla ait bir makalesinde ise, konuyla ilgili şu satırlara yer veriliyordu:
Pek çok bilim adamı bugün, ilkel atmosferin Miller'in öne sürdüğünden farklı olduğunu tahmin ediyor. İlkel atmosferin, hidrojen, metan ve amonyaktan çok, karbondioksit ve azottan oluştuğunu düşünüyorlar. Bu ise kimyacılar için kötü haber! Karbondioksit ve azotu tepkimeye soktuklarında elde edilen organik bileşikler oldukça değersiz miktarlarda.9
Jeremy Rifkin
Jeremy Rifkin
Jon Cohen'in Science dergisinde yayınlanan 1995 tarihli bir makalesindeki yorum da bu konuda açıklayıcıdır. Cohen hayatın kökenini araştıran bilim adamlarının Miller Deneyi'ni dikkate almadıklarını belirtmiştir ve nedenini de şöyle özetlemiştir: "Çünkü erken dünya atmosferi, Miller-Urey simülasyonuna hiç mi hiç benzemiyordu."10
Miller Deneyi'ni geçersiz kılan bir diğer nokta, erken dünya atmosferinde bol miktarda oksijen olduğunun da belirlenmiş olmasıdır. Bu gerek Miller Deneyi'ni gerekse diğer kimyasal evrim senaryolarını çıkmaza sokmuştur, çünkü oksijenin, tüm organik molekülleri oksitleme özelliği vardır. Vücut içinde bu tehlike, çok özel enzim sistemleri ile önlenir. Doğada serbest halde gezecek bir organik molekülün oksijen tarafından okside edilmemesi yani yakılmaması imkansızdır.
Tüm bu gerçeklere rağmen, başta belirttiğimiz gibi Miller Deneyi on yıllardır yaşamın kökenini açıklayan çok önemli bir bulgu gibi gösterilir. Ders kitaplarında öğrencilere böyle sunulur. Bu sunum yapılırken de, "Miller organik bileşiklerin nasıl sentezlenebileceğini gösterdi" veya "Miller ilk hücrelerin nasıl oluştuğunu gösterdi" gibi yönlendirici ifadeler tercih edilir.
İşte bu nedenle pek çok eğitimli insan da, bu konuda yanıltılmış durumdadır. Örneğin bazı makalelerde evrim teorisinden söz edilirken, "aminoasit, protein gibi organik maddeler karıştırılıp kaynatılınca hayat oluşuyor, canlılık başlıyor" gibi ifadelere rastlanabilmektedir. Bu, muhtemelen, Miller Deneyi efsanesinin zihinlerde bıraktığı batıl inançlardan biridir. Gerçekte ise, "aminoasit, protein gibi organik maddeler karıştırılıp kaynatılınca hayatın oluştuğu" hiçbir zaman görülmemiştir. Hayat bir yana, aminoasitlerin oluşumunu açıklamaya çalışan Miller Deneyi de, yukarıda açıkladığımız gibi, bilimsel geçerliliği kalmamış, köhne bir denemedir. Aynen kurtlanan etleri abiogenez kanıtı sanan Jan Baptista van Helmont'un veya Athanasius Kircher'in "deneyleri" gibi. Jeremy Rifkin, Türkçeye Darwin'in Çöküşü adıyla çevrilen kitabında (Algeny: A New World) aynı benzetmeyi yapar:
Eğer bilim adamları azıcık şüphe duyma zahmetine katlanmış olsalardı, bu deneyin (Miller Deneyi'nin), tıpkı daha önceki yıllarda çöplerden çıkan sinek kurtlarını gözleyerek hayatın cansız maddeden çıktığını iddia eden bilim adamlarının yaptıkları gibi, kurgusal bir hikayeden ibaret olduğunu hemencecik görebilirlerdi.11
Miller Deneyi'ni önemli bir bulgu zannedenlerin anlayamadıkları çok önemli bir nokta da şudur: Miller kendi oluşturduğu ve erken dünya atmosferi ile ilgisi olmayan suni koşullarda deneyini gerçekleştirmiştir yani deneyin koşulları geçersizdir. Ayrıca -ve en önemlisi- bu deneyde sadece aminoasit sentezleyebilmiştir ve herhangi bir şekilde aminoasit oluşması, kesinlikle canlılık oluşması demek değildir.
Canlı hücresini dev bir fabrikaya benzetirsek, aminoasitler de bu fabrikanın birer tuğlası olabilir. Önemli olan bu tuğlaların nasıl dizilip tasarlanacağıdır. Bugüne kadar hiçbir deney, aminoasitlerin tesadüfen veya kendi kendilerine organize olup fonksiyonel bir protein oluşturduklarını göstermemiştir. Canlılığın oluşması içinse yüzlerce farklı proteinin, DNA kodlarının, bunları yorumlayan enzimlerin, seçici geçirgen bir hücre zarının vs., yani çok kompleks bir mekanizmalar bütününün oluşması gerekir. Böyle bir "kimyasal evrim"in mümkün olduğu ise hiçbir zaman gösterilememiştir. Dahası, buna inanmak tek kelimeyle imkansıza inanmaktır. Dünyaca ünlü fizikçi ve bilim yazarı Paul Davies, bu konuda şu önemli yorumu yapar:
Bazı bilim adamları, sadece biraz enerji atalım ve kendi kendine (yaşam) oluşur diye düşünüyorlar. Bu, şunu demek gibi bir şey: Tuğla yığınlarının altına bir dinamit koyalım. Patlasın, ve bir eviniz olsun! Elbette bir eviniz olmaz, sadece karmaşa olur. Yaşamın kökenini açıklamaktaki zorluk, bu kompleks moleküllerin içiçe geçmiş kompleks organizasyonel yapısının, rastlantısal bir enerji girişiyle nasıl oluştuğunun açıklanmasındadır. Bu çok spesifik kompleks moleküller kendilerini nasıl biraraya getirmişlerdir?12
Aslında Paul Davies'in verdiği örnek, yaşamın kökeni sorununun gerçek çözümünü de içinde barındırmaktadır. Ortada bir ev varsa, bu evin "tuğlaların dinamitle patlatılması sonucunda" oluştuğunu varsaymak ve bunun nasıl mümkün olabileceği konusunda teoriler üretmek mantıklı mıdır? Yoksa mantıklı olan, evin bir dinamit patlaması sonucunda değil de, üstün bir yaratılış ve düzenlemeyle ortaya çıktığını mı kabul etmektir?
Cevap çok açıktır.
Bu nedenledir ki, yaşamın kompleksliğinin tüm detaylarıyla anlaşıldığı son 20 yılda, pek çok bilim adamı "kimyasal evrim" efsanesini terk etmiş ve yaşamın kökenine yeni bir cevap getirmeye başlamıştır: Bu cevap, yaratılış gerçeğidir.

Yaşamın Şaşırtıcı Kompleksliği

Yaratılış gerçeğinin açıkça fark edilmesine sebep olan en önemli çıkış noktası, yaşamın Darwin zamanında hayal bile edilemeyen kompleksliğidir. Lehigh Üniversitesi'nden biyokimya profesörü Michael J. Behe, 1996 yılında yayınlanan Darwin's Black Box (Darwin'in Kara Kutusu) adlı kitabında, canlılıktaki kompleksliğin keşfedilmesinden şöyle söz eder:
1950'lerin ortalarından beri biyokimya bilimi, moleküler düzeyde yaşamın çalışmalarını açıklığa kavuşturmaktadır. Darwin, 19. yüzyıldaki gelişim derecesiyle bilim; görme, bağışıklık sistemi veya hareket mekanizmaları gibi sistemlerin işleyişlerini dahi tahmin edemiyordu. Modern biyokimya ise bu ve benzeri fonksiyonları gerçekleştiren moleküllerin tanımlanmasına yol açtı. Önceleri, yaşamın temellerinin basit bir esasa dayalı olduğu düşünülmekteydi. Oysa bu beklenti artık tamamen yok olmuştur. Görme, hareket mekanizmaları ve diğer biyolojik fonksiyonların, televizyon kameraları ve otomobillerden daha az karmaşık olmadığı kanıtlanmıştır. Bilim, yaşamın kimyasının nasıl şekillendiğini anlayabilmek için oldukça büyük atılımlar yapmıştır. Fakat biyolojik sistemlerin moleküler seviyedeki hassas düzeni ve kompleksliği, bunların kökenlerinin açıklanması konusunda bilimi felce uğratmıştır... Pek çok bilim adamı kendilerine fazlaca güvenerek, açıklamaların çoktan ellerinde olduğunu öne sürmüştür. Veya çok yakında bu açıklamalara ulaşacaklarını söylemişler fakat profesyonel bilim literatüründe iddialarına bir destek bulamamışlardır. Daha önemlisi, sistemlerin kendi yapıları incelendiğinde, yaşam mekanizmalarının Darwinist bir yaklaşımla asla açıklanamayacağı ortadadır.13
Peki hücrenin içinde bu denli kompleks olan ne vardır? Behe, sorunun cevabını şöyle özetler:
1950'lerden kısa bir süre sonra bilim, yaşayan organizmaları meydana getiren moleküllerin bir kısmının özelliklerini ve şekillerini belirleyebilecek bir noktaya geldi. Yavaş yavaş, uzun çalışmalar sonucu pek çok biyolojik molekülün yapısı keşfedildi ve bunların çalışma yöntemleri sayısız deney ile kanıtlandı. Toplanan sonuçlar ise yaşamın makineler üzerine kurulu olduğunu göstermektedir. Bu makineler, moleküllerden oluşmuştur! Moleküler makineler yüklerini hücre içindeki bir yerden diğerine, yine diğer moleküller tarafından meydana getirilen "anayollar" ile taşırlar. Bu arada diğerleri hücreyi bir şekilde sabit tutabilmek için kablo, ip ve makara göreviyle hareket ederler. Makineler hücreye ait şalterleri açıp kaparlar, bazen hücreyi öldürürler veya aksine gelişmesini sağlarlar. Güneş enerjisiyle çalışan makineler fotonların enerjisini ele geçirir ve bunları kimyasal maddeler içinde saklarlar. Elektrikli makineler, akımın sinirlerden geçmesini sağlar. Üretim yapan makineler kendileri gibi başka moleküler makineleri inşa ederler, ve kendilerini de. Hücre, makineler kullanarak yüzer, makinelerle kendisini kopyalar, makinelerle beslenir. Kısacası, oldukça kompleks olan moleküler makineler her türlü hücresel işlemi kontrol ederler. Yaşamın detaylarının ince ayarı yapılmıştır ve sonuçta yaşamın makineleri oldukça komplekstir.14
İsrailli fizikçi ve moleküler biyolog Gerald Schroeder de hücrenin içindeki olağanüstü kompleksliğe dikkat çekmektedir:
Gerald Schroeder
Ünlü İsrailli fizikçi ve moleküler biyolog Gerald Schroeder
 ... Vücudunuzdaki her hücre saniyede ortalama 2000 protein oluşturmaktadır. Her saniye, her hücrede ve hiç aralık verilmeksizin. Hücreler bunu öylesine mütevazi bir tavırla yapmaktadırlar ki biz bunca faaliyeti hiç ama hiç hissetmeyiz. Protein yüzlerce aminoasitin biraraya gelerek oluşturduğu bir dizidir ve aminoasitler de yaklaşık yirmi kadar atomdan oluşur. Vücudunuzdaki her bir hücre, şu anda yaklaşık  on milyon atomdan oluşan beş yüz bin kadar aminoasiti seçip bunları önceden seçilmiş olan dizilerde organize ediyor, biraraya getiriyor her bir dizinin spesifik bir şekilde kıvrılıp kıvrılmadığını kontrol ediyor ve daha sonra her bir proteini her nasılsa bu özel proteine ihtiyaç duyduğunun işaretini veren belli bir alana, bazılarını hücre içine, bazılarını hücre dışına gönderiyor. Bu işlem her saniye, her hücrede tekrarlanıyor. Bedenimiz yaşayan bir mucizedir.15
Bu olağanüstü kompleks yapının rastlantıların ve doğa kanunlarının ürünü olduğunu iddia etmek, Paul Davies'in belirttiği gibi, tuğlaların altına dinamit koyarak bir ev oluşabileceğini iddia etmek gibidir. Bu nedenledir ki, yaşamın kompleksliği karşısında, Darwinistler çaresizdirler. Behe, hiçbir bilimsel yayında yaşamın kökenine dair evrimsel bir açıklama bulunmadığını şöyle anlatır:
Evrim üzerine yapılan bilimsel yayınları incelerseniz ve araştırmanızda moleküler makineler, yani hayatın temeli üzerine odaklanırsanız; gitgide artan bir korku ve kesintisiz bir sessizlikle karşılaşırsınız. Yaşamın karmaşıklığı bunu hesaplama yolundaki bilimin teşebbüslerini felce uğratmıştır, moleküler makineler Darwin'in önüne aşılamaz bir bariyer kurmuştur.16
Kısacası yaşamın kökeni, evrim teorisini çöküşe götüren önemli gerçeklerden biri olmuştur. Peki evrimciler neden hala Darwinizm'i savunmaktadırlar?
Miller Deneyi'nin iki mimarından biri olan Harold Urey bu konuda şu itirafta bulunmuştur.
Yaşamın kökeni konusunu araştıran bizler, bu konuyu ne kadar çok incelersek inceleyelim, hayatın herhangi bir yerde evrimleşmiş olamayacak kadar kompleks olduğu sonucuna varıyoruz. (Ancak) Hepimiz bir inanç ifadesi olarak, yaşamın bu gezegenin üzerinde ölü maddeden evrimleştiğine inanıyoruz... Kompleksliği o kadar büyük ki, nasıl evrimleştiğini hayal etmek bile bizim için zor.17
DNA
Moleküler biyoloji, yaşamın Darwin zamanında hayal bile edilemeyecek kadar kompleks olduğunu ortaya çıkardı. Bugün canlı hücresinin, insanoğlunun tüm eserlerinden daha üstün olduğunu biliyoruz. Ve bu gerçek, yaşamı rastlantıların ürünü sayan Darwinizim'i yıkıyor.
Hücrenin kompleks yapısının en kapsamlı bölümünü, genetik yapısını belirleyen DNA'sı oluşturmaktadır.
Bilim adamları DNA'nın yapısı, şifrelenmesi hakkında yaptıkları uzun yılları kapsayan araştırmalara, harcadıkları büyük servetlere karşın, daha yeni yeni kayda değer bilgiler edinmektedirler. Buna rağmen hücrenin genetik yapısındaki mükemmellik de halen büyük bir sır olma özelliğini korumaktadır. DNA'nın kompleks yapısı, içerdiği hayati ve yüksek kapasitedeki bilgiler, hayatın oluşumunu tesadüflerle açıklamak isteyenleri çaresizliğe sürükleyen konuların başında gelmektedir.

Dipnotlar

7- CHARLES DARWIN TO J.D. HOOKER, Down [March 29, 1863]. http://ibiblio.org/gutenberg/etext00/2llcd10.txt
8- "The Crucible of Life", Earth, Şubat 1998
9- "Origin of Life on Earth", National Geographic, Mart 1998
10- Jonathan Wells, Icons of Evolution, Science or Myth, Why Much of What We Teach About Evolution is Wrong, Washington, DC, Regnery Publishing, 2000, s. 21
11- Jeremy Rifkin, Darwin'in Çöküşü, Ufuk Kitapları, İstanbul 2001, s.133
12- Paul Davies, C.W. [renouned physicist] & Adams Phillip [journalist], "More Big Questions," ABC Books: Sydney, Australia, 1998, ss.53-54, 47-48, 48
13- Michael J. Behe, Darwin'in Kara Kutusu, "Evrim Teorisi"ne Karşı Biyokimyasal Zafer,  Aksoy Yayıncılık, 1998, s.8
14- Michael J. Behe, Darwin'in Kara Kutusu, s.14
15- Gerald L. Schroeder, Tanrı'nın Saklı Yüzü, Gelenek Yayıncılık, Nisan 2003, İstanbul, ss.67-68
16- Michael J. Behe, Darwin'in Kara Kutusu, s.15
17- W. R. Bird, The Origin of Species Revisited, Nashville: Thomas Nelson Co., 1991, s. 325